İnsan, özgür iradesinden bahsederken kendi kendinin tutsağı olmayı nasıl başardı? Kendimizi özgür bırakmaktan korktuğumuz kadar başka neden korkuyoruz?
Dizginlerimizi bir bıraksak, delireceğiz, kaybolacağız, katil olacağız sanıyoruz. Belki de hakikat budur.
Sahiden korkutucuymuş.
Herkese ve her şeye uymaya çalışmak, o sözümona rahatlatıcı uyum ve uzlaşma sevdasının bizi sonunda dönüştürdüğü hal, şimdiki tutsaklığımızdır.
Toplum tarafından reddedilmek, dışlanmak, ayıplanmak gibi büyük korkular, günlük, küçük endişelere ve kaygılara bürünmüş, benliğimizi işgal etmiş durumda. Kendimiz olmaya, kendi hayatımızı yaşamaya çekiniyoruz. Başkalarına da bu “tek” bildiğimiz hayatı yaşatmaya çakılı kalmış vaziyetteyiz. Çünkü, basitçe korkuyoruz. Hem de karanlıktan, hayaletlerden, bazı hayvanlardan, yüksekten korkmak gibi bireysel korkulardan daha güçlü bir korkuyla.
Biz, aslında hep beraber aynı şeylerden korkuyoruz. Toplum olmanın kuralı, olması gereken buymuş gibi.
Bireysel özgürlükler, cinsel kimlikler, aşkın ve bilginin kendisi, düzenin dışına çıkmak bizi niçin korkutuyor?
Şaşırmıyor, sorgulamıyoruz.
Üstelik, bu meseleler üzerine düzenli olarak yaratılan kitlesel paniklerle beslenmeyi kabul ediyoruz. Korkmayı, korkutulmayı, güdülmeyi kabul ediyoruz.
Kitlelerin üstüne zehirli bir nefes gibi üfürülen korku, aynı zamanda bir öğretidir de. En uçucu haliyle kulaktan kulağa, en zorba haliyle aileden çocuğa, en yıkıcı haliyle nesilden nesile geçer.
Nereden geldiği belirsizmiş gibi duran, bazen de sebebi apaçık ortada olan kitlesel korkular, bireylere karşı kullanılan bir silah, bir yaralama taktiğidir. Kalabalıklar tarafından birbirlerini idare etme, ele geçirme ve yönetme biçimi olarak kullanılır.
Korku, bir süreçtir, panikse, korkunun tavana çıkmasını sağlamak üzere bünyeye sızdırılan yüksek dozda zehir. Korkan kişiyi felce uğratır, kıskıvrak ele geçirir.
1962 yılında Amerika’daki bir tekstil fabrikasının dikim departmanında, bir böceğin varlığından söz edilmeye başlanıyor. Böcek önce bir çalışanı, ardından diğerlerini tek tek ısırmaya başlıyor. Şikayet ve belirtiler her seferinde aynı. Sonunda altmış iki çalışan, uyuşukluk, bulantı, baş dönmesi ve kusma şikayetleri ile hastanelik oluyor. İş, araştırmaya geldiğinde yetkililer üstüne düşeni yapıyor ve ne tuhaftır ki, belirtileri gripten farksız olan bu hastalığa sebep olan böceğe hiçbir yerde rastlanmıyor, daha da enteresanı, hastaların vücutlarında ısırık izleri bulunamıyor.
Kulağa esrarengiz gelen bu olay, tarihte rastlanmış “kitlesel panik” örneği vakalarından sadece biridir. Isırıldığını söyleyen ilk çalışandan diğerlerine bulaşmış bir histeridir aynı zamanda. Taklit bir duygu gibi, taklit bir hastalık. Ruhen ve bedenen tekrarlanabildiği sanılan, belki de tekrarlanan. Bu kadar güçlü bir şey. Bu hastalığa kapıldıklarına ikna olan çalışanların kaygı ve korku seviyelerini, kendilerini ve birbirlerini iyice hasta edene kadar bu mevzuyu aralarında büyüttükçe büyütmelerini hayal edebiliyor musunuz?
Dışarıdan bakıldığında durumları tespit etmek kolaydır, peki ya dışarı çıkamıyorsak? Ya içeride olan bizsek?
Yaşadığımız düzende, insanı ele geçiren birincil duygular, güvenlik ve denetim duyguları oldu çıktı. Her şey bunlardan sonraya kaldı. Yeri geliyor, herkes birbirinden korkuyor. Büyük bir kesim birbirini kontrol ve zapt etme savaşında. Bir çemberin içine itiliyor, içeride sıkıştıkça sıkışıyoruz. Çemberin dışı korku ve panik yaratıyor. Kimse çemberin dışına çıkmak istemiyor. Güvenli sandığımız hayatlarımızı hiçbir şey uğruna, gerçek bir özgürlük uğruna bile olsun, riske atmaktan ölesiye korkuyoruz. Sonunda tamamen hareketsiz kalmamızı sağlayana dek çemberin içinde kök saldıkça salıyoruz.
Çoğu zaman, güvenlik korkusunun yanına cinsellik ve özgür irade sebepli “bozulma/dejenerasyon” korkusu da ekleniyor. Çünkü iktidar ve statüko, “ahlaksal panik” silahını bilhassa gençlerin kafasına dayamaktan her zaman büyük zevk alıyor. Öpüşen iki genci ayıplamak, cinsel özgürlüğe sahip çıkmaktan daha çok işine yarıyor.
Güç ve kontrol mekanizması, ortamı önce sarsmayı, sonra da çare buluyormuş gibi yapmayı iyi bilir. Depremlerden beslenir. Güvenliğe dair kitlesel bir panik yaratmak, bunun en çabuk ve sağlam yöntemidir. İçeri doğru üfürülen panik, ana akım medya ve siyasetçilerle, bazen yeni yasalarla ve elbetteki gönüllü askerlerin desteğiyle iyice güçlendirilir. Bu durumlarda, birbirine benzemeyen insanlar göze iyice sivriltilerek sokulur ki, kötü örnek olsunlar. Uyumsuzların, dışlanmaları ve mümkünse yok edilmeleri için uyum sağlayan insanlar tarafından bir ordu yaratılır. Uyum gösterenler, normların ve düzenin gönüllü askerlerine dönüşür. Bastırılmış her birey, bir diğerini de bastırmaya çalışır. Kendinden değişik yaşam biçimlerine, “daha önce görülmemiş ve duyulmamış” fikir ve davranışlara izin vermez. Büyüyen çember önüne geleni yutmaya başlamıştır. İçeri attığını yok etmiştir aslında. Çünkü aynılaşmak bireyi hareketsizleştirir, “zararsız” kılar.
Birbirimize benzeyerek, davranışlarımıza dair toplu bir bilgiyi kendi ellerimizle bizi yönetmek isteyen insanların eline veririz. Oysa panikten kurtuluşumuz, uyuşmazlığımızdan, yolumuzun kestirilemez oluşundan gelir. Algı mühendisleri dediğimiz birtakım kişiler, bizim yerimize her şeyi önceden düşünüyor. Oysa, biz hala kendi hayatlarımızın dizginlerini elimizde tuttuğumuzu sanıyoruz. Planlar yapıyor, önümüze aşılacak basamaklar koyuyor, kariyerlerimizi, taksitlerimizi, geleceğimizi hesaplayıp duruyoruz. Oysa bunların hepsi bize seçenek gibi sunulmuş gereklilikler. Ve farkında değil miyiz ki, herkes aynı şeyleri yapıyor. Tıpkı birbirimize benziyoruz. Başka bir planı olan varsa, sözgelimi hayatını tümden değiştirip yeni baştan yaratacak biri, kendini akışa, zamana, hayatın sularına bırakacak biri, ona inanmaz gözlerle bakıyoruz. Çoğu zaman onun yerine biz korkuyoruz. O, nasıl oluyor da paniğe kapılmıyor? Çemberin dışında hayat var mı ki, dışarıya çıkacağım diye tutturuyor?
Korkutulmuş insan sığınma ihtiyacı içindedir. Bir daha korkmamak için sesini kısmak, herkese uymak, dayatılanla uzlaşmak zorundadır. Bir sonraki kitlesel paniğe kadar üzerine düşen görevi yapmakla meşguldür. Artık bilinir olmuştur. Ne zaman neyi nasıl yapacağı kestirilebilir bir insana dönüşmüştür. Kolay lokmadır, kendisinin haberi yok. Denge, istikrar ve huzur bulduğunu sanırken ipleri başkasının elinde, oyuncak olmuştur. Düzenin, önüne yapsın diye koyduğu işleri yapar, herkesle beraber aynı amaçları kendine yaşama amacı olarak belirler. Peşinden koşacağı şeyler önceden belirlenmiş, kendisine esneme alanı bırakılmamıştır. Kendisi de esneklikten korkar hale çoktan gelmiştir zaten. Korkusuzca yaşamaktan bahsederken, korkutulabilir olmayı tercih etmiştir.
Panik hali, hayatta kalabilmek için en üst seviyede savunmayı gerektirir, bu da insanı söz konusu süreç boyunca diğer duygularından alıkoyar. Uzun süreli korku ve panik halleri yaşıyorsak, coşkularımıza belki de yaşam boyu ket vurmak durumunda kalmış olabiliriz. Bu yüzden, aşkı, sanatı, yaratmayı ve duygularımızı ayağa kaldıran diğer şeyleri sürekli halde reddediyor olabiliriz.
Cesareti elimizin tersiyle iterek, korkusuz olmasını dilediğimiz yaşamlarımız için durmadan önlemler alıyor, kendimizden vazgeçiyoruz. Çemberin en güvenli yerinde, yani merkezinde olmaya, orada sarsılmaz bir yer edinebilmeye çalışıyoruz. Korkunun boyunduruğunda zaman geçirirken yaşadığımıza, “Hayatın gerçekleri ve gereklilikleri” demeye devam ediyoruz.
Başka bir savaş daha yaşanmasın diye son bir savaş yapalım, dedikleri gibi, başka bir panik yaşanmasın diye bazen bir ömür panik halinde yaşamayı kabul ediyoruz. Ta ki, birbirimizi iyiden iyiye “hasta” edene kadar.
Öyle ya, böceğin ne zaman ısıracağı belli olmuyor.
Sıradaki?
*
Bu yazı ilk kez 2018 yılında Psikeart Dergi'nin "Panik" temalı sayısında yayımlanmıştır.
Comments